Rocks

Rock yaşıyor hem de atalarından aldığı genler sayesinde her zaman ki temposuyla doğruları gözümüze sokarcasına yansıtıyor. Ortaçağda yakılan cadı çığlıkları, bir sokak çetesinin çatışmasında namlularda tüten dumanın, pamuk tarlalarında toplama kamplarında, ölüm hasadı savaş meydanında, dünyanın en ücra köşelerinde tarih ve yer farkı gözetmeden ölen öldürülen insanın en gerçek en canlı en sade ama en gösterişli en sert ama en samimi öyküsü rock. Yaşanmış ve yaşanan hayatın aynası değil ta kendisi. Peki neydi bu rock nasıl doğmuştu ve gelişmişti.

Aslında her şey Amerika kıtasına birkaç yüzyıl önce ayak basan atalarının sayesinde başladı Afrika’dan kopartılarak başka kıtalara köle olarak getirilen topluluklar yeni vatanlarında umutsuzluğun, acının, hastalığın, ölümün, yok oluşun ve hiçliğin boğucu kapanında köle olarak tek şeyin sahibiydiler: Seslerinin.

Afrika’dan göç ederek yeni umutlara yelken açmış fakat ten rengi gibi bahtları da kara olan bu insanlar. Bu ağır hayat şekline ellerinde gitarları ve yüreklerindeki ışığın yansıması ile oluşan o güzel sesleri ile “Blues” adı verilen müzik türü oluşmaya başladı. İşte rock müziğinin o amansız tarihi için bir çizik atılmış oldu. Rock müziğinin de alt yapısını oluşturan davul, bass gitar, elektro gitardan oluşan yapıya sahipken müziğin yapısı daha esnek daha anlaşılır ve temiz oldu. Sözlerde genelde tanrıya bir yakarış ve kabullenme söz konusuydu. Bu kayıp ırkın vasıfsız insanları bir manada doğu ile batı müziğini birleştiriyordu. Blues ve caz’ın temellerini atıyorlardı. Pamuk tarlalarında sefaletin ezilmişliğin sesi olan değişik bir müzik yankılanıyordu. Köleliğin ilahisi başkaldırının sembolü olmaya doğru yol alıyordu.

20. yüzyılın başında ilkel aletlerin yanında gitar en önemli unsur haline geldi. Yaşamın öyküsünü yazan bu isimsiz insanlar Amerikanın her yanını dolaşan ‘aşık’lar oldular. 40’larda blues’un en önemli çalgısı olan gitar değişim gösterdi ve elektrik ile güçlenmiş bir yapı kazandı. Böylece tek başlarına daha geniş kitlelere ulaşma olanağına sahip oldular. Artık yavaş yavaş gruplar kurulmaya başlanıyordu. Caz ise zengin klüplere terfi etmiş ve daha elit bir topluluğun tekeline girmişti. Yoksul zencilerin ellerinde ise yine bir tek blues kalmıştı ve hala ilk günkü yalınlığını koruyordu. 50’lilerdeki teknolojik gelişmeler müziğe de yansıdı ve yeni gitarlar gündeme oturdu. Fender firması ‘broadcaster’ adlı modeli piyasaya sürdü. Müzik artık daha yüksek perdeden yayın yapabiliyordu.

Böylece kullanım rahatlığı artan gitarın hakimiyeti öne çıktı bu durum Blues’un içinden yeni türlerin doğmasına yol açtı. Tenleri değilde ruhları “esmer” olan genç müzisyenler, yeni gitarlarıyla önderlerinin Blues’unu biraz köşeli, sert ve hareketli çalmaya başladılar. Chuck Berry, Budy Holly, Bil Haley and His Comets’in gitaristi Francis “France” Beecher ve Elvis Presley bu yeni ve kulak tırmalayan müziğin ilk örneklerini vermeye başladılar. Böylece blues’un ilk türevi de gün ışığıyla tanıştı: Rock’n’roll…

Rock’n roll terimi ilk kez alan Freed isimli Cleveland’lı bir dj tarafından the Dominoes grubunun “Sixty Minute Man” adlı şarkıdan esinlenerek 1951’de kullanılmıştır.Artık yeni çıkan adı çat pat bilinen bu tür listelerde saygın yerlere sahip olmaktaydı. Artık parçalarda gitar için ayrılan özel bölümler vardı. 12 ölçülük bir gitar solosunun parçalarda yer alması kimine göre bir devrim kimine göre ise çok kötü bir fiyaskoydu. Artık amplinin sesi sonuna kadar açılıyor. Bu sayede elde distorsiyon ile hiç duyulmamış bir sound elde edilmişti. İşte rock’n roll büyülü niteliği bu distorsiyonlu gitar sesinden geliyordu. Uzun ritmik sololar ise işin alışagelmedik güzelliğini ortaya koyuyordu. Müzikte bir devrim yaşanıyordu liste başı olan parçaların devamı çığ gibi geliyordu.

1955’de bir rock’n roll ustadı Chuck Berry ‘maybelline’ isimli parçayla listeleri zorluyordu. Ritmi ön plana alan aradan kısa ve küçük melodiler halinde sıyrılan gitar atakları vardı. Bugün pek çok gitarist tarafından kullanılan ördek yürüyüşü onun icadı idi. ‘Johnny b. Goode’ gibi yıllar boyunca müzisyenlere ilham kaynağı olacak pek çok rock’n roll klasiğine imza atmıştı.

Kral ve rock’n roll denilirse hiç şüphesiz akla Elvis Presley gelir. Beyaz tenli fakat zenci gırtlağına sahip bu kamyon şoförü blues’la tanıştıktan sonra işler artık eskisi gibi olmayacaktı. Tüm zamanların rock’n roll ilahı özellikle seksi hareketleri ile adını duyurmayı başarmıştı. Bunun ötesinde içinde yaşadığı sefil hayattan çıkış yolunu müzikte görenler için de gerçek bir örnekti. Basit bir kamyon şoförlüğünden paralı hayatın içine direkt geçiş yapmış bir efsaneydi Elvis Presley. Güçlü sesinin yanında elindeki gitar aksesuar gibi kalıyordu. Gerçekten de ‘Jailhouse Rock’ gibi parçalarda gitar sololarını Scotty Moore çalıyordu. Fakat bu Presley’in binlerce genci bakışları, briyantinli saçları, sesi, eşsiz giyim tarzı ve hareketleri ile büyülemesi gerçeğini değiştirmiyordu. Kalıpları kırmaya başlayan gençlerin başını artık Elvis çekiyordu. Onun zamanlaması geçekten çok iyi idi. Bu sayede döneminde yaşayan bir efsane daha doğrusu kral olmayı hak ediyordu. Rock’n roll adına yüzlerce çalışma bırakan Elvis’in yeri hala dolduramıyor. Milyonlarca hayranı tarafında hala yaşatılmaya devam ediliyor.

50’li yılların bu hareketli yıllarından sonra müzikte her zaman ki gibi yerinde durmuyordu. Artık kalıplar kırılmış müziğin önü açılmıştı. Teknolojinin gelişmesi hayata yansıyor. Bu gelişmeler de tabi ki de müziğe de yansıyordu. Artık yeni gitarlar ortaya çıkmış yeni yeni grupların çıkacağının sinyalleri duyuluyordu. 60’ların başı da rock’n roll’un evrimine şahit olacaktı. Yavaş yavaş yükselen yeni dalganın ismi ise: rock…

Add a Comment

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir